#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
fakirlik

Fakirlik, Sosyal Düzene Etkisi ve Değişim Üzerine

Çevresel yoksulluk, doğanın sunduğu olanaklardan yeterli faydalanamamaktır. Örneğin su kaynaklarına erişememek, coğrafi olarak kaynakları kısıtlı bölgelerde yaşamak, olağanüstü doğa olaylarına maruz bölgelerde yaşamak şeklinde kendini gösterebilir. Bununla birlikte, çevrenin koşullarını kötüye kullanmak, örneğin su kaynaklarını ve toprağı hor kullanmak, ormansızlaştırmak, arazileri dönüştürmek de bir bölge halkını çevresel olarak yoksullaştırabilir.

YAZI: Gülin YÜCEL, Brika Sürdürülebilirlik gulin@brikasurdurulebilirlik.com

İnsanlığın yarattığı antroposenik koşullar ile doğal yaşamı ve yaşam alanlarımızı tehdit altında hissettiğimiz şu günlerde, “yoksul olma” halini düşünmeye ihtiyacımız var.

Hayat mücadelesini niye veririz? Basit manasıyla, yoksul olmamak için. En temel anlamda, yaşama dair ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek için.

Özellikle, yiyecek, içecek, barınma, giyim-kuşam gibi ihtiyaçlara zor erişmek veya erişememek bizleri yoksul kılar. Sadece bu mu? Şilili ekonomist Manfred Max-Neef yoksulluk kavramını parasal bir kavram olmaktan genişleterek, “insani ihtiyaçların yetersiz tatmi-ninin de bir fakirlik şekli” olduğunu söylemiştir (Cruz et al., 2009).

Birleşmiş Milletler Kalkınma Amaçları’nın birincisi (SKA1) “fakirliği tüm formları ile ortadan kaldırmaya” odaklıdır. 1998’den beri düşüş eğrisinde olan fakirlik oranı, pandemi etkisi ile tekrar artışa geçmiş ve %9,2’lere çıkmıştır (BM rakamları, 2022). Birleşmiş Milletler fakirlik tanımını “gündelik gelirin 1,9 dolar ve altında” olması hali ile tanımlamaktadır. Biz bu noktada tanıma, refaha odaklı ve daha geniş bir açıdan bakmak istiyoruz.

Nedir Yoksulluk?

Sürdürülebilir kalkınma perspektifinden baktığımızda ekonomik, çevresel, sosyal ve yönetişimsel olarak farklı şekillerde “yoksun” olma halini tanımlayabiliriz. Hayatı geçindirmeye yönelik gelir elde edememe ekonomik yoksulluğun tanımıdır. Bununla birlikte kaynaklara erişimin kısıtlı olması veya olmaması ya da alt yapı yetersizlikleri ile sulama, enerji gibi kaynaklara ulaşamamak olarak genişletilebilir. Bu durum çevreye duyarlı olmayan yöntemlere başvurmak sonucunu doğurabilir.

Çevresel yoksulluk, doğanın sunduğu olanaklardan yeterli faydalanamamaktır. Örneğin su kaynaklarına erişememek, coğrafi olarak kaynakları kısıtlı bölgelerde yaşamak, olağanüstü doğa olaylarına maruz bölgelerde yaşamak şeklinde kendini gösterebilir. Bununla birlikte, çevrenin koşullarını kötüye kullanmak, örneğin su kaynaklarını ve toprağı hor kullanmak, ormansızlaştırmak, arazileri dönüştürmek de bir bölge halkını çevresel olarak yoksullaştırabilir.

Sosyal yoksulluk tarafında ise insanca yaşama koşullarına kavuşmamızı sağlayacak hizmetlere erişimimizin olamamasından bahsediyoruz. Kaliteli eğitim veya sağlık hizmeti alamama; insana yakışır yaşam alanlarına sahip olamama durumlarıdır.

Nüfusun plansız büyümesi veya alınan göçler ile de kaynaklar üzerinde baskı artar; bireyler yoksullaşır. Pandemi dönemi yine bizlere fakirlik sınırına dönmenin bir örneği olmuştur.

Yönetişimsel bir yoksulluk halinde ise bireyler toplumda cömertliğin, adaletin, olmadığını; devletlerin ve kurumlarının doğru işlemediğini hissederler. Tercih etmedikleri veya seçmedikleri tarafından yönetilebilirler. Savaşlar ve soykırımlar buradaki uç “yoksullaştırıcı” örneklerdir. Bu tip yoksulluktaki bölgelerde halkta özellikle beyin göçleri görülür.

Burada, yoksulluğu sadece ekonomik boyutta görmek ve tanımları bu şekilde koymak, toplumların refaha ulaşması önünde çok yetersiz kalacaktır. Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nı sadece birinci hedef olan “Fakirliğe son” olarak yorumlamak da yanlış olur. Çünkü diğer 16 hedef esasında beraber çalışmaktadır ve birini bile başarmak, esasında diğerlerinde de başarmayı gerektirmektedir.

Bu noktada düşünmemiz gereken, ne açıdan fakir olunduğunu tespit etmek ve sistem düşüncesi ile çözümleri tasarlamak olacaktır.

Fakirlik ve Sosyal Düzene Etkileri

Fakirlik genelde yukarıda tanımladığımız şekillerde algılanmıyor. Böyle olsaydı herhalde kendimize “Hangimiz fakir de değiliz?” diye sormamız gerekirdi.

Geleneksel manada bir sınıf analizi gibi görülmekte… Bunun altında yatan konular, ekonomik, politik, kültürel veya sembolik güçlerin etkisiyle tanımlanmış eşitsizlikler olarak kendini gösterir. Tanımlı olduğumuz yer, ne şekilde düşündüğünüze, hissettiğinize ve davrandığınıza hükmeder.

Amerikalı sosyolog Tressie McMillan 2013’te “Akılsız Fakir İnsanların Mantığı” adlı makalesinde, ABD’nin güneyinde yaşayan siyah ırka mensup topluluğun, sosyal hizmet almaya bile giderken kendi bütçelerinin oldukça üzerinde kılık kıyafete bürünmelerini anlatır (The Logic of Stupid Poor People. Some of Us Are Brave, Ekim 2013). Aidiyet hissetme güdüsüyle fakir insanların -tıpkı en zenginlerin de olduğu gibi- akılsızca kararlar verdiklerini çünkü temsiliyetin asla kabul manasına gelmeyeceğini anlatır.

Sonuçta 10 yıllardır süregelen dünya üzerindeki yapısal eğitim çabalarına rağmen kültürel yargılar hâlâ toplumlardaki bölünmelerin temelini oluşturuyor. Özünde sosyal sermaye, bir toplumun veya topluluğun işbirliği, güven, dayanışma ve kaynaklara erişim gibi sosyal faydalar sağlamasını ifade eden bir kavram. Temelde toplumsal ilişkiler ve sosyal bağlar aracılığıyla toplumdaki bireyler ve gruplar arasındaki iletişim, etkileşim ve dayanışma artar ve bu doğrultuda da bireylerin yaşam kalitesinin ve refahının gelişmesi beklenir.

Diğer yanda önyargıların toplumsal dengelerde bu kadar kuvvetli olduğu durumda, sosyal sermaye ne kadar gelişebilir, tartışmalı.

Belki de bunun dibine inerek “Birey kim?” diye bakmak gerekir. Avantaj veya dezavantaj yaratan kronik tecrübeler nasıl oluşuyor? Hayat tarzının bir topluluğun içine girmek veya dışında kalmanın ölçütü olduğu durumda fazla yol katedildiği söylenemez. Kişiler tercihlerini özgür irade ile ortaya koyamazlar.

Bunların üzerinden şekillenen kurumlar veya sosyal normlar, nasıl farklılıkları eşitsizliklere dönüştürüyor? İşte, fakirlik bu kurumsal yapılarda aranmalıdır.

Peki, Değişim Nereden Gelecek?

Sosyal kabulleri benzerlik üzerine koyduğumuz durumda gelişmeden bahsetmek zor. Üstüne ödülleri de bu kabul şartına bağladığımızda, dışına çıkmak ve değişmek kolay olmayacak; sistem kendini kilitleyecektir.

“Biz onlar gibi fakir olmayız çünkü biz farklıyız” algısı da büyük bir yanılgıdır. Kısa döneme bakarak yapılan, bir hayat mücadelesi olarak görülen tutunmalar esasında kültürel sermayenin azalmasına sebep verebilir. Bu noktada toplumsal değişime yön veren, dışarıdan gelen veya hükmeden konumundaki anlayış olacaktır.

Bu esasında önemli bir risktir. Günün birinde şartlar değişir ve biz kim olduğumuzu bile hatırlamayız. Gerçek soru, hayat mücadelesi içinde “Hangimiz fakiriz?”i sorgulamaktan öte, “Niçin fakiriz?” olmalıdır.

Gülin Yücel

Brika Sürdürülebilirlik Yönetici Ortak | Sürdürülebilir Kalkınma