#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
afet

“Afetler Kaderimiz Değil!”

Altıparmak Hukuk Bürosu’ndan Avukat Özlem Altıparmak, BM’nin son 10 yıldır “doğal afet” kavramı yerine “doğal tehlike” ya da “doğa kaynaklı afet” kavramlarını kullandığını, tehlikeyi afete dönüştüren şeyin ise politika ve önlemlerin yokluğu olduğunu belirtiyor: “Afetler bizim kaderimiz değil.”

Yazı: Erhan ARCA

Depremzedelerin konut sorununu çözmek için devletin attığı ilk adımlardan biri orman alanlarının Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkisiyle inşaata açılması oldu. Bu kararı ekokırım perspektifinden incelemek mümkün mü ve Türkiye’de ulusal düzeyde ekokırımın yasalaşması konjonktürel olarak ne gibi değişimlere yol açabilir?

Yaşadığımız afetin henüz akut dönemi bile geçmeden sizin bahsettiğiniz kararlar ve kalıcı konut planlaması gündeme geldi. Afet aslında tek bir olay değil, bir süreç. Öncesinde afet riskini azaltma dediğimiz, afet olmadan tehlikeyi ve riski belirleyip bunları minimuma indirme süreci var. Kentsel dönüşüm gibi eski binaların yeniden dirençli biçimde yapılmasını buna örnek verebiliriz. Ancak bu kentsel dönüşümü riski azaltmak için değil, kâr odaklı yaparsanız tehlikelerin afete dönüşmesini elbette önleyemezsiniz. “Afet risk azaltma”, bizim üzerinde en çok durmamız gereken süreç. Bunu uluslararası alanda düzenleyen en önemli belge Sendai Afet Risk Azaltma Çerçevesi’dir. Türkiye bu metni kabul etmiş ve ulusal planlarını bu çerçeve ile uyumlu şekilde yapmayı taahhüt etmiştir. Yalnızca deprem için değil, iklim değişikliğine bağlı tehlikeler için de bu planlama yapılmalıdır. Ancak riski ne kadar azaltırsak azaltalım mutlaka kalan bir risk olur. İşte o risk için hazırlık yaparız ve buna da afete hazırlık süreci deriz. Erken uyarı sistemleri geliştirmek, deprem çantası hazırlamak gibi. Bir afet olduktan hemen sonra müdahale ve kurtarma süreci başlar. Devamında iyileşme sürecine geçeriz. Tüm bu süreçlerin yönetimine ise “afet yönetimi” deriz.

Deprem nedeniyle yaşadığımız şey bir afet. Geleceğini bildiğimiz bir tehlikede risk azaltılmadığı için o tehlike bir afete dönüştü. Afet ve tehlike kelimeleri birbiri yerine ve hatalı kullanılıyor. Birleşmiş Milletler son 10 yıldır “doğal afet” demiyor çünkü doğal olan tehlikedir. Uluslararası alanda “doğal tehlike” veya “doğa kaynaklı afet” kullanımı var. Tehlikeyi afete dönüştüren şey politika ve önlemlerin yokluğudur. Yani hatalı idarecilik ve kamu politikalarıdır. Bizdeki bu doğal afet kullanımının bir adım sonrası “kader” kabullenişidir ki afetler bizim kaderimiz değil, bunu asla kabul etmemeliyiz.

Yaşadığımız depremde az önce belirttiğim afet süreçlerini doğru düzgün yönetemeden inşa sürecine geçildi ve meralar, tarım alanları ve ormanlık alanlar inşaata açıldı. Bir diğer sorun molozların döküm alanlarına ilişkin. Afetin en yakıcı akut süreçlerini yaşarken bu kararlara gereken tepkiyi ne yazık ki veremedik. Ancak bu kararlar ve uygulamalar hem bir plansızlık örneği hem de yeni afet risklerini artırıyor. Çevreye yönelik ciddi suçlar, kamu idareleri eliyle hukuka uygun hale geliyor.

“Ekokırım bir suç olsaydı bunlar yaşanabilir miydi?” sorusunu yanıtlamak bir hayli zor. Ekokırımın bir suç olarak tanınması ve ulusal mevzuata dahil edilmesi elbette çok önemli. Ancak cezasızlık kültürü bir ülkede yerleşmişse istediğiniz kadar yeni suç tipi yaratın, yaptırım olmadığı sürece bir derde derman olmaz. Ekokırımı kendi iç hukuklarında suç haline getiren ülkelere baktığımızda durumunu daha iyi anlayabiliriz. Rusya, Kırgızistan gibi ülkelerde ekokırım ceza kanunlarında bir suç olarak düzenlenmiştir. Ancak aynı ülkeler BM’nin temiz, sürdürülebilir ve sağlık bir çevre hakkının bir insan hakkı olarak tanınmasına dair BM Genel Kurul kararına çekimser kalmışlardır. Yani bu karar lehinde, bu çevre hakkı bir insan hakkı olsun diye olumlu oy kullanmamışlar. Salt bu durum dahi bize suçu yalnızca kanunda düzenlemenin bir çözüm olmadığını anlatmaya yeter diye düşünüyorum. Bu ülkelerde ekokırım suç oldu diye doğa talanı bitmedi. Rusya’da orman kaybı dünyadaki en yüksek orana sahip.

O nedenle iklim değişikliğine bağlı afetlere kapı açmak istemiyorsak doğa talanına bir an evvel dur dememiz lazım. Bunu da suçu, cezası ve kavramları içselleştirerek yapmamız lazım.Azaltım dediğimizde sadece seragazını azaltmak gibi düşünüyoruz ama iklim değişikliğine insan etkisini azaltmaktır o kavramın aslı. Bu kadar afetlere açık bir coğrafyada ekokırıma yol açan eylemleri bir an evvel durdurmamız gerekiyor. Çünkü bu topraklarda karşılaşacağımız tehlike sadece deprem değil. Bunu zaten Urfa’da ve Adıyaman’da yaşadığımız sellerde de gördük. Tehlikenin afete dönüşme riskini azaltan bir iyileşme süreci planlamamız ve “daha iyisini” inşa etmemiz gerekiyor.

Depremzedelerin afet sonrasında haklarına ulaşabilmesi, iyileşme sürecinde hangi dezavantajları aşmalarını sağlar ve bu hakların korunabilmesi için yeterli, pratiğe dökülebilecek gerekli yasal düzenlemeler mevcut mu?

İnsan haklarını tüm afet yönetimi süreçleri için düşünmemiz gerekir. Afet riskini azaltmamak bana göre en büyük insan hakkı ihlalidir. Bizim kanunlarımız “afetzede” olmayı düzenliyor ve ancak zarara uğramışsanız size hakkınızı talep imkanı veriyor. Onun da kapsamının yeterli olmadığını ve deprem sonrası insanların en temel ihtiyaçları olan yemek, su, barınma gibi temel haklardan mahrum kaldıklarını görüyoruz. Deprem ve aslında tüm afetleri insan hakları bakışıyla ele almamız gerek. Afete uğramış kişilerin kurtarılması; yakınlarını kaybedenlerin cenazelerine ulaşabilmeleri; güvenlik, sağlık, eğitim gibi tüm hakları birlikle düşünmemiz lazım. Bazı durumlarda yardımların dağıtılma biçimi bile bir insan hakkı ihlali yaratıyor. Afetlerde çocuklar ve kadınlar şiddete çok daha açık hale geliyor. Şikayet ve adalet mekanizmaları da çalışmayınca hak ihlalleri katlanarak artıyor.

Afet mevzuatı Türkiye’de oldukça parçacıklı ve afet sonrasında tepkisel diyebileceğimiz düzenlemelerle yapılıyor. Yani belli bir planda ilerlemiyor. Çok fazla sayıda ve farklı konu başlıklarında düzenlenmiş bir mevzuatla karşı karşıyayız. Bu durumun kendi bile başlı başına adalete erişim açısından engel yaratıyor. Şöyle somutlaştırabilirim: Biz iki buçuk sene önce İzmir Depremi’ni yaşadık ve avukatların ev ve ofis olarak en yoğun olduğu bölge olan Bayraklı ilçesi, depremden en çok zarar gören yerdi. Avukatlar olarak deprem sonrası kendi haklarımızı dahi bilmediğimizi fark ettik. Öyle karışık düzenlemeler var ki, biz hukukçular bile nereye, nasıl başvuracağımızı anlamakta zorlandık. Hukukçular bu durumdaysa normal yurttaşlar açısından durumun çok daha zor ve karmaşık olduğunu söyleyebiliriz.

Zaten afet sonrası pek çok kurum ve sistem işlemez hale geliyor, bunlara adalet mekanizmaları da dahil. Kimi, nereye şikayet edeceğinizi bilmediğiniz bir durumda buluyorsunuz kendinizi. İyileşme süreci dediğimiz dönem aslında yaşanandan bir ders çıkarıp daha iyisini inşa ettiğimiz bir dönem olmalı. Bina yapımından sokak aydınlatmasına, enerji sistemlerinden çocuk, engelli ve kadın dostu kent tasarımına kadar bu süreç aslında gerçek anlamda bir iyileşme sağlamalı. Ancak mevcut durumun böyle olmadığını gözlemliyoruz. Daha iyisini inşa etmek bir yana, ikincil afetlere çok daha açık hale geleceğimiz şekilde planlamalar yapılıyor.

Depremden etkilenen bölgelerin yeniden kurulmasında temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkı hukuken gözetiliyor mu? Çevre hakkı ile diğer haklar arasında nasıl bir bağ bulunuyor?

İyileşme sürecinin en önemli ilkesi “Daha İyi İnşa Et – Build Back Better”. Bu ilke öncelikle afet riskini azaltma önlemleriyle fiziksel altyapı ve toplumsal sistemlerin restorasyonunu kapsar. Aynı zamanda da geçim kaynaklarının, ekonomilerin ve çevrenin yeniden canlandırılmasını sağlayarak ulusların ve toplulukların direncini artırır. Afet sonrası iyileştirme dediğimizde, rehabilitasyon ve yeniden yapılandırma aşamalarının birlikte kullanılmasını anlamalıyız. Burada temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevrede yaşam hakkı oldukça önemli bir rol oynar ve tüm bu iyileşme süresinde bu hakkı gözetmemiz gerekir.

Çevre dediğimiz şey aslında bizim de içinde hayat bulduğumuz doğanın kendisi. Doğa ile uyumlu bir yaşamı tesis etmek için iyileştirme dönemi bize bir fırsat sunar. Fırsatı değerlendirirken haklarımızın bir bütün olduğunu ve doğa ile uyumlu bir yaşam tesis etmezsek kaybedenin yine biz olacağımızı bilmemiz gerek. Doğaya hükmettiğimiz yanılgısına düşüp binalar, santrallar, yollar, arabalar inşa ettiğimiz halde, bir bakıyorsunuz bir dere suyla kavuşunca akıp yolunu buluyor ve bizim kurduğumuzu sandığımız o “tahakkümü” de önüne katıp sürüklüyor.

Tehlikeye insan hakları yaklaşımına ben “afet risk azaltma” diyorum. Doğa ile kurduğumuz ilişki için de bu geçerli. Doğaya saygı duymamız, doğanın gücünü ve devinimini fark etmemiz gerek. Tahakküm yerine, uyumu öncelemeliyiz. Tehlikelere maruz kaldığında tehlikenin etkilerine karşı direnebilen, bu etkilere alışıp uyum sağlayabilen, tehlikenin etkilerini absorbe edebilen, etkileri ve sonuçları dönüştürme ve iyileştirme yeteneği bulunan bir toplum haline gelebilmeliyiz. Temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir çevrede yaşam hakkımız ancak bu şekilde mümkün ve gerçek olabilir.

EkoIQ Editör