#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
enkaz

“Enkaz Kaldırma Çalışması Başka Felaketlere Kapı Aralamasın”

Greenpeace Akdeniz Proje Sorumlusu Berk Butan, enkaz kaldırma sürecinin aceleye getirilmeden, her bir aşaması önceden düşünülerek planlanması gerektiğini söylerken, “Aksi durumda enkazdan başka felaketlerin de çıkması çok olası” diyor. 

YAZI: Erhan ARCA

Greenpeace, 6 Şubat’ta yaşadığımız iki büyük depremin ardından enkaz kaldırma sürecinin yönetiminde insana ve doğaya zarar verilmemesi ve sürecin şeffaf ilerlemesi adına bir kampanya başlattı. Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği kapsamında geri kazanım ve depolama tesisleri haricindeki denizlere, göllere, akarsulara veya herhangi bir yere bahsi geçen atıkların dökülmesinin ve dolgu yapılmasının yasak olduğunu belirten Greenpeace Akdeniz Proje Sorumlusu Berk Butan, “Bu haliyle yönetmelik, en azından ilkesel olarak çevresel zararı minimize etmeyi amaçlıyor. Bu amaçtan uzaklaşılarak atılacak her adım yaşam üzerinde geri dönüşü olmayan etkiler bırakacaktır” dedi.

Enkaz kaldırma çalışmalarında doğru bir planlama neler içerir?

Enkaz kaldırma çalışmalarının nasıl yürütüleceği ile ilgili ideal planlama süreci afet öncesinde başlar. Birçok konuda olduğu gibi bu noktada da yaşanan depremler öncesinde yeterli planlamanın yapılmadığını görüyoruz. Yaşanan yıkımdan sonra enkaz kaldırma çalışmaları, planlama süreci ile neredeyse eş zamanlı başladı. Bölgeden ve yetkililerin açıklamalarından takip edebildiğimiz kadarıyla valiliklerin ve belediyelerin önceden belirlediği hafriyat alanları geçici döküm sahası olarak kullanılmaya başlandı. İlave olarak yeni geçici döküm sahaları da bu süreçte kullanıma açıldı.

Öncelikle farklı hesaplama modellerine göre artıp azalsa da yaklaşık 100 milyon tonluk yıkıntı atıklarından söz ediyoruz. Bu miktarı yakın zamanda yaşanan büyük depremlerden çıkan atık miktarları ile karşılaştırdığımızda ne kadar büyük bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyoruz. Örneğin 2005’te yaşanan 7.8Mw büyüklüğündeki Nepal Depremi’nin atıklarının 18 milyon ton, 2011’de yaşanan 9.0Mw büyüklüğündeki Tohoku (Japonya) Depremi’nin atıklarının 29 milyon ton olduğu tahmin ediliyor.

Tam da bu nedenle bu devasa miktardaki enkazı kaldırma çalışmalarının toplumsal ve ekolojik hassasiyetle yürütülmesi çok önemli. Sürecin aceleye getirilmeden, her bir aşaması önceden düşünülerek planlanması gerekiyor. Aksi durumda enkazdan başka felaketlerin de çıkması çok olası.

Enkaz kaldırma çalışmalarında doğru bir planlama ancak bu sürecin çevresel ve insani etkilerinin iyi analiz edilmesiyle ve zararı minimize etme yaklaşımıyla mümkün olur. Oysa şimdi sahadaki ekibimizin gözlemleriyle ve aldığımız ihbarlarla takip edebildiğimiz kadarıyla herhangi bir ayrım yapılmaksızın enkazın son sürat kaldırılması ve bir an evvel geçici depolama alanlarına taşınması söz konusu. Bu durum bazı riskleri içinde barındırıyor. Öncelikli olarak bölgedeki asbest gibi, tarım zehirleri, sentetik ve kimyevi malzemeler gibi potansiyel tehlikeli maddelerin yoğunlukta olabileceği bölgelerin ayırt edilmesi, bu bölgelere özel koruyucu ekipman gerekliliği, üstü kapalı taşıma yöntemi seçimi gibi çalışma prensiplerinin belirlenmesi elzem. Bu planlama yapılırken konutlarda da asbest içeren malzemeler olduğu unutulmamalı. Geçici depolama alanlarına taşıma aşamasından itibaren bu türden potansiyel tehlikeli malzemelerin ayrılması kontaminasyon riskini azaltacak, enkazın çevresel ve insani etkisini önemli bir ölçüde hafifletecektir.

Atık yönetiminde enkazlar için çeşitli bertaraf yöntemleri mevcut, ancak öncelikle tehlikeli maddelerin zararlarını minimize edecek şekilde ayrıştırmak gerekiyor. Potansiyel tehlikeli maddeler ayrıştırılmadan bu atıkların ne yeniden kazanımı ne de doğaya zarar vermeden saklanması mümkün olacaktır. Bu nedenle bizim öncelikli önerimiz ilgili mevzuatlara uygun biçimde öncelikle potansiyel tehlikeli madde içeren alanların tespiti ve bu alanların uygun koşullarda ayrıştırılmasının, taşınmasının ve depolanmasının yapılması. Ayrıca enkazlardan çıkan atıkların bir kısmı için de önemli bir geri kazanım potansiyeli mevcut. Türkiye’de ve dünyada yıkıntı atıklarından geri kazanım çeşitli oranlarda yapılıyor. Burada önemli olan, çok büyük bir yıkım yaşadık, yeni yıkımlara yol açmayacak şekilde tüm sürecin çevre ve insan sağlığı göz önüne alınarak, şeffaflıkla yürütülmesi ve enkazdan başka felaketler çıkmasına izin verilmemesidir. Burada belirtilen noktalara dikkat edilmezse enkaz kaldırma sürecinin toplumsal ve ekolojik bedeli çok yüksek olabilir.

Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği’ne uygun atılmayan adımlar ne gibi çevresel sorunlara yol açabilir?

Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği gibi konuyu belirleyen yasal düzenlemelere uyulması halinde riskler tamamen ortadan kalkmasa da çok büyük oranda azalacaktır. Zira bu yönetmeliğin amacı, hafriyat toprağı ile inşaat ve yıkıntı atıklarının çevreye zarar vermeyecek şekilde öncelikle kaynakta azaltılması, toplanması, geçici biriktirilmesi, taşınması, geri kazanılması, değerlendirilmesi ve bertaraf edilmesine ilişkin teknik ve idari hususlar ile uyulması gereken genel kuralları düzenlemektir. Yönetmelik kapsamında geri kazanım ve depolama tesisleri dışında denizlere, göllere, akarsulara veya herhangi bir yere dökülmesi ve dolgu yapılması yasaktır. Bu haliyle yönetmelik, en azından ilkesel olarak çevresel zararı minimize etmeyi amaçlıyor. Bu amaçtan uzaklaşılarak atılacak her adım yaşam üzerinde geri dönüşü olmayan etkiler bırakacaktır.

Enkaz kaldırma sürecini 3 adımda inceleyebiliriz. Bunlardan ilki yıkımın yaşandığı yerlerde yapılacak ayrıştırma, temizlik ve taşıma gibi işlemleri içeren enkaz kaldırma aşaması, ikincisi ise bu enkazın belirlenen alanlara yayıldığı ve esas ayrıştırmanın yapıldığı geçici depolama aşaması ve üçüncü olarak da geri kazanım, bertaraf ya da kalıcı depolamanın yapıldığı nihai aşama. İlk adımdan başlayarak tüm süreç için yapılması gerekenler aslında yönetmeliklerce belirlenmiş durumda. Öncelikle çevre ve insan sağlığını koruyacak önlemler alınması gerekiyor. Bu önlemler enkaz bölgesindeki insanların kişisel koruyucu ekipman kullanımı, geçici depolama alanı seçiminde zemin tipi ve topografyasına dikkat edilmesi, belirli bir yükseklikten fazla depolama yapılmaması gibi yetkililerin zaten bildiği bazı adımları içeriyor.

Bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta ise tüm bu sürecin öncelikli olarak doğa ve insan sağlığını göz önünde bulundurarak planlanması gerektiği. Aksi durumda su varlıkları kirlenecek, tarım ve yaşam alanları zehirlenecek, ekosistem ve biyoçeşitlilik zarar görecek. Bu enkazın içindeki bazı atıkların toprağa, havaya, suya kontrolsüz biçimde karışması etkileri uzun yıllar sürecek zararlara yol açacaktır.

Yaşadığımız felaketler sadece deprem ile sınırlı değil, kelimenin tam anlamıyla bir krizler çağında yaşıyoruz. Bir yanda kuraklık, orman yangınları, seller gibi iklim krizleri, öte yanda artan tür kayıplarıyla yaşadığımız biyoçeşitlilik krizleri var. Tüm bunlara, sosyal açıdan yüzleştiğimiz ekonomik ve toplumsal adaletsizlikleri ve krizleri de eklediğimizde içinde bulunduğumuz hakim paradigmanın gezegene verdiği zararı daha iyi görebiliyoruz.

Bütün bunların ilk etapta ilgisizmiş gibi görünen enkaz kaldırma çalışmaları ile olan bağını görmek ise oldukça önemli. Zira 100 milyon tonluk enkazın ilgili yönetmelik ve düzenlemelere uygun olmayan biçimde kaldırılması, tıpkı ilgili yönetmelik ve düzenlemelere uygun olmadığı için yıkılan binalar gibi yaşam üzerinde büyük bir tehdit oluşturuyor.

Şehirleri afetlere karşı dirençli hale getirecek, insan ve doğa adına yararlı sistematik adımlar nelerdir?

Öncelikli olarak bugün yaşadığımız bu acılara mecbur olmadığımızı anlamamız gerekiyor. Doğaya ve iklime uyumlu, afetlere dirençli kentler hayal değil. Yapmamız gereken tek şey kâr odaklı ekonomi politikalarının yerine toplumsal ve ekolojik adaleti öne çıkarmak ve bunu yıkılan kentlerden başlayarak tüm yaşam alanlarının planlanmasında da temel motivasyon olarak kabul etmek. Bu ilk adımı attıktan sonra gerisi çok daha kolay. Bu her ne kadar radikal bir sistem değişimini gerektiriyor gibi görünse de aslında ilk adımı adil ve yaşam odaklı bir seçim yapmaktan geçiyor. Bugün kentlerde yıkılan sadece konutlar değil, bazı şehirlerde bir bütün olarak yaşamın çöktüğünü söyleyebiliriz. Bu yıkım tepeden tırnağa değişmesi gereken şeyleri bize göstermesi açısından bir dönüm noktası. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için harekete geçmemiz gerekiyor.

Kentlerde yeni konutların yapılması için hükümet son sürat harekete geçmiş durumda. Oysa bu kentler bir kez daha gelecekte yaşanabilecekler bütüncül olarak düşünülmeden inşa edilirse yeni felaketlere davetiye çıkarmış oluruz. İklim krizi burada ve şimdi yaşanıyor, bu kentlerin iklime uyumlu, doğaya dost olarak yeniden düşünülmeleri ve sosyal açıdan adil olarak yeniden inşa edilmeleri gerekiyor.

Bu gereklilik sadece yıkılan kentler için değil, neredeyse tüm kentler için geçerli. Maalesef kontrolsüz biçimde gelişen yapılaşma ve özellikle kent alanlarını çevreleyen ekolojik koridorların tahrip edilmesi geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açıyor. Kentler ekolojik yapı, sosyal adalet göz önüne alınmadan sadece birer imar alanı olarak düşünülüyor. Bu bakış açısının değişmesi yeşil ve adil kentlerin oluşturulması için oldukça kritik.

Greenpeace’in kentsel adalet vizyonu, şehirleri iklim eylemine, dirençliliğe ve adalete kavuşturmak için alanları, zihniyetleri ve politikaları kökten dönüştürmekten geçiyor. Bu, yalnızca insanların kendilerini en savunmasız ve marjinalleştirilmiş hissettikleri umut ve gurur alanlarını güçlendirmekle kalmayacak, aynı zamanda yaşadıkları yerleri de geliştirecektir. İşte bu nedenle yaşamın tüm renklerinin bir arada dostlukla ve dayanışmayla yaşadığı, doğaya ve iklime uyumlu, dirençli kentler istiyoruz!

EkoIQ Editör